Cumartesi, Ekim 5

Sırça Fanus...


Ölüm, çok güzel olmalı; yumuşak, kahverengi toprakta yatmak, birinin başının üzerinde, çimlerin dalgalanması ve sessizliği dinlemek. Dünün olmaması ve yarının olmaması. Zamanı unutmak, hayatı affetmek, barışta olmak... 

Herkesin bir fikri vardır Sylvia Plath hakkında. Akla hep aynı kelimeler üşüşür: depresyon, intihar, anlamsızlık, kıskançlık, tatminsizlik, şiir ve liste böyle uzar gider. Başta okumak istemez insan, daha doğrusu 'bulaşmak' istemez. Geri durur bulaşıcı bir hastalık gibi. Hatta kitapçılar bile uyarır sizi. Eğer psikolojik olarak iyi değilseniz tavsiye etmem okumayın. En azından bana bir sene önce kitabı satan sahaf böyle söylemişti. Kestirip atmıştım 'Sorun değil alışığım okurum!'. Evet okudum, evet filmini de seyrettim ama yazabilmek için bekledim uzunca bir süre. Nedenleri, eksik olanları, başarısızlıkları-başarıları, aşkı, sevgiyi anlayabilmek en azından hayal edebilmek için. O ruh halini sadece hayal edebildim ve sadece hayal edebildiğim için başucumdan ayırmadığım, aklıma geldikçe rastgele bir sayfa açıp okuduğum kitap oldu Sırça Fanus. Tıkanıp kalmıştım o sessizlikte.


Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği değil bu. Benim kendi sessizliğimdi.
Çok iyi biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu. Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde.


Bu şekilde soyutlanıyorsunuz hayattan kitabı okurken. Okurken daha çok okumak geliyor içinizden ve kitabı bırakıp hemen bir şiirini atıyorsunuz yorgun belleğinize. Kitaba tekrar döndüğünüzde beyninizde fırtınalar kopuyor artık ve bu kısır döngünün içinde fırtınanın tam ortasında buluveriyorsunuz kendinizi. Çıkmaya çabaladıkça dahada derinleşen bir boşluk kalıyor geriye. Hiçlik duygusu..

Katı değilim, içim boş... Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum...

Tabi ki bütün kitap böyle değil ya da Sylvia Plath'in kendi hayatından esinlenerek yazdığı bu tek romanında (bir anlamda otobiyografi olarak kabul edilir kitap) üniversite öğrencisi olan Esther Greenwood New York'ta bir dergide staj yapmaktadır ve ileride çok iyi bir yazar olacağının hayallerini kurar. Çok kötü geçen bir randevu, lisedeki sevgilisiyle sonradan yaşadıkları, çektiği zorluklarla beraber derin bir travmaya neden olmuş ve sürekli intiharı düşünen biri haline gelmiştir. Yazarın dilindeki akıcılığı ve anlatımındaki inanılmaz rahatlığı nedeniyle, kitap kasvetli bir romandan çok sürükleyici bir hikayeye dönüşür.

Yaşadığı hayatı bir sırça fanus gibi görüp içerisinde sıkışıp kalmak, dışarı çıkmanın tek yolunun intihar olduğunu düşünmek başta insanın kolayca empati kurabildiği bir şeymiş gibi geliyor. Ancak romanın yayınlanmasından sadece bir ay sonra Sylvia Plath'in intihar etmesi romanın gerçekliğini kavramanıza neden oluyor. Belki de kitabın başarısının sebebi edebi yönünden çok sizi gerçeklerle yüzleştirdiği içindir.

Her ne kadar çok beğenmesem de Sylvia Plath'in hayatını anlatan 'Sylvia' filmi kitabın devamı niteliğinde izlenebilir. Filmde Gwyneth Paltrow pek yakışmasa da, Plath rolünde (eğreti diyebilirim hatta!). Ted Hughes'i canlandıran Daniel Craig ise başarılı bir performans sergilemiş. Ortaya çıkan film ise şiirlerini okuduğumuz edebiyat fenomeni Sylvia Plath değilde, zorluklar yaşayan bir kadının hayatı olmuş.


Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış birisi için dünyanın kendisi kötü bir düştür.