Pazartesi, Ağustos 13

Kayıp Gölgeler Kenti

 Nazlı Eray'ın Turkuaz Kitap'tan çıkardığı muhteşem bir roman "Kayıp Gölgeler Kenti".

Şehirler-ülkeler arasında gidip geliyorsunuz kitabı okurken. Mekanlar değişiyor, insanlar değişiyor, hayaletlerin biri gelip biri gidiyor ama kaybolmuyorsunuz. "Bir dakika neredeydik şimdi?" şaşkınlığıyla geçmiş sayfalara dönüş yapma ihtiyacı duymuyorsunuz.

Su gibi, nefes gibi akıyor kitap. Okuyanı içine çekiyor. Sanki Prag'ın soğuk havasını içinize çekiyorsunuz bir anda, elleriniz üşüyor. Kafeye sığınıp sıcak kahveyle ısıtıyorsunuz kanı çekilmiş ellerinizi, porselen parmak uçlarınızı dayanılmayacak kadar yaktığında geri çekiyorsunuz. Sonra tekrar aynı döngü, elleri fincana yapıştır, kendini yak, geri çek... İçerisi mis gibi pişmiş tatlı kokusuyla dolu. Palaçinka geliyor ufak bir tabakta, kokusu tüm duyularınızı sarmalayıp içinizi daha da ısıtan bir atkı gibi. Sıcacık hamurun üstünden akıtılmış reçel tat algılarınızı altüst ediyor, kan şekeriniz mutlu bir çıkış yaşayarak kulağınızda huzurlu şarkılar mırıldanıyor. ...
(Tabii palaçinkayı genel olarak internette arattığımda pancake gibi birşey çıkması kurduğum hayalleri kırıp içimi az da olsa burmadı değil. Isırılınca içinden reçeli akan, sıcacık, insanın midesini sevgiyle kucaklayan bir hamur çöreği olarak hayal etmiştim kendisini, öylesi daha zevkli olurdu sanki. Tatlılara karşı yanlış hisler besleyen bir oburun satırlarını okudunuz, parantezi kapatma zamanı.)
Bu sıcak huzuru serin bir heyecanla bölen hayaletler romana o hız ve akıcılık duygusunu katıyor. Tat-koku-dokunma duyularının tatmininden aklın meraklı sorularına, bilmece peşinde koşmaya doğru yumuşak ama hızlı bir geçiş yaşanıyor.

Soğuk sokakları arşınlarken birden Seul'de kül kavanozlarının yanında, kemik kokusunu içinize çekmemek için nefesinizi yarı tutarken buluyorsunuz kendinizi. Ölülere yazılmış mektupları merak ediyorsunuz, içinize hüzün basıyor. Kendinizi mektup bekleyen ölülerin yerine koyuyorsunuz, daha beter hüzün basıyor. Mekan-zaman değişimleri, hayaletler elbette fantastik öğeler ancak okurken sanki yazılanların hepsi gerçekmiş gibi bir hisse kapılmamak elinizde değil. Herşey mantık çerçevesindeymiş gibi, oluru varmış gibi geliyor.

Mekanların-insanların değişme hızı okuyucuda fragman izliyormuş hissi yaratıyor. Kareler gözümüzün önünde hızlı hızlı değişiyor, arka fon müziğinin ritmi artıyor, ses yükseliyor, müzikle birlikte kalp ritmi de hızlanıyor, inanılmaz bir his yoğunluğu... Yazarın muhteşem bir yönetme gücü var. İlk sayfayı açtığınız andan itibaren onun ellerindesiniz. Nereye giderse siz de peşinden oraya. Satırlar akıyor. Kitap elden bırakılmıyor. Dünyanızdan soyutlanıp yazarın dünyasına giriyor ve orada kalıyorsunuz. Kitap bittiğinde "Neredeyim, bitti mi? Bitmemeliydi!" duygusu hakim oluyor, bütün o harika kitaplar bittiğinde yaşananlarla eşdeğer.

Sahaflarda eski kitaplar arasında dolaşırken Nazlı Eray'ın Stalin'le ilgili bir kitap bulmasıyla başlıyor herşey. Tarihi kendi gezi tecrübeleriyle, düşünceleriyle birleştiriyor ve ortaya muazzam bir eser çıkıyor. Öyle bir duygu yoğunluğu hakim ki kötü karakterler için bile içinizde acıma duygusu uyanıyor.

 Hayranlık-saygı-kıskançlık duyguları hakim olarak okunabilir bu kitap. Böylesine esir eden bir yazma yeteneği insanda gidip çıraklık etme isteği uyandırıyor.

Yazmak, hayatın akışını unutturabilecek denli yazabilmek muhteşem bir yetenek olduğu kadar büyük bir güç de. İnsanlarda çeşitli duyguları uyandırabilmek ve onları belirli rüyalara yatırabilmek...
Nazlı Eray'ın diğer kitaplarını çok merak ettim ve en kısa zamanda diğerlerinin de peşine düşeceğim.


Kitabın arka kapağından:


" Nazlı Eray'ın büyülü, renkli ve sürprizlerle dolu dünyasının kapısı bu kez Prag'da aralanıyor. Geçmişin gölgeleriyle dolu bir kent: Prag. Kentin loş sokaklarında dolaşan yabancı bir kadın ve karşısına çıkan geçmişin gölgeleri. Tahta kaplamalı duvarları, sessiz aynaları ve kristal avizeleriyle sonsuzla bugün arasındaki tuhaf bir irtibat bürosu: Cafe Europa. Rusya'nın unutulmaz lideri Josef Stalin'in gizemli ve tehlikeli hayatının açılan sayfaları: gençliği, ilk karısı Kato, 13 yaşındaki sevgilisi Lidia, Batum hapishanesindeki arkadaşları; yeraltı yaşamından Kremlin'e geçişi, ikinci karısı Nadya'nın esrarengiz intiharı. Çok sevdiği Kirov'un öldürülüşü.

Seul'e uzanan bir yolculuk. Buğulu tapınaklar, tuhaf rahipler, içinde ölülerin küllerinin saklandığı sıra sıra kavanozlar ve ölülere yazılan mektuplar. Ve tekrar Moskova. İşkenceler hapishanesi Lubianka. İdam listeleri ve Stalin'in ölüm makinesi yakışıklı Yezhov. Stalin'in ilk aşkı ve son gecesi. Bir fırtınanın hayatı."


Yazıya kitabı bana uzun süreli ödünç verme inceliğini gösteren bitter'e en içten teşekkürlerimi sunarak son veriyorum. :) Bir dahaki Tüyap Kitap Fuarı'nda daha yakın mercek altına alacağım kendisini, nokta atışı yapma yeteneğini kitap seçiminde de sonuna kadar konuşturuyor. :)

Rica Etsem Saçımı Okşar Mısınız?


Mustafa Mutlu'yu köşe yazarı olarak etiketleyip beynimi çekmecelerinden birine kapattığımdan romanını görünce gerçekten şaşırdım.


Başlık insanda farklı duygular uyandırıyor. "Beni sev! N'olur sev! Çok sev!" hissi kafamda canlananlardan ilkiydi ve açıkçası erkek yazarların fazla duygusallık içeren yazı denemeleri tek kaşımı hafifçe yukarı doğru eğimlendirmeme sebep oluyor.

Önyargılıyım, dar düşünce kalıplarının şahıyım. Evet. Dozunda duygusallık iyi ama bazı cümleler-kalıplar-olay örgüsü duygusallık ile mıymıylık arasındaki ince çizgiyi aşabiliyor. "Mıymıylık" tanımım erkek yazarlara özgü elbette, dar kafalı yapıma göre kadınlar sonuna kadar duygusal olabilir. Garip bir his yaratmıyor.

Eğer kitabın ön kısmında roman olduğu belirtilmese kitabı okurken kısa öyküler okuyormuşcasına bir havaya bürünmek mümkün. Bölümlerin arası keskin bir bıçakla kesilmiş gibi düzgün ve steril biçimde ayrılmış. Bitmemiş hikayeler, bölümler arası apayrı dünyalara odaklanma zorunluluğu pek hoşuma giden bir durum değil. Bu nedenle kitabın sonundaki toparlayıcı bölüme bayıldım. Soru işaretlerinin kalktığı, cerrahi işlemle ayrılmış gibi gözüken kısımların aslında incecik, çepeçevre saran damarlarla sımsıkı bağlı olduğunu görmek beni mutlu etti.

Terapiye yoğunlaşan kapanış bölümünün Sagopa Kajmer'in Terapi şarkısına yer vermesi de ayrı bir süpriz oldu. :)

Bilindik belirli düşünce kalıplarını tekrarlayan bu kitap karşısında yine ve yeniden şunları söylemek zorunda hissediyorum kendimi: Top gibi oradan oraya sektirilen "objektif olma" kavramına zerre kadar inanmıyorum. Herkesin belli bir görüşü vardır, o doğrultuda düşünür. "Efendim yok ben çok objektifim, her görüşe aynı uzaklıktayım." Buna kim inanıyor hala?
Altı çekyatlı bir odada yere serilen gazete üstünde yemek yiyip daha sonra gelen öğrencileri belirli kalıplar çerçevesinde çalıştıranlar mı?
Yakın tarihin kahramanlık türkülerini tıngırdatıp okuduğu üç dönem romanından sonra "Yeni düzeni biz getireceğiz, bitecek karanlıklar!" minvalli bağırışlarla yemekhanede bildiri dağıtanlar mı?
Tarihin kolunu kesip havada kalan eline odaklanarak aynı melodiye takılıp kalan, herkesi aynı amaç etrafında toplanmış muasır medeniyet seviyesine doğru ilerlerken hayal eden saf azınlık mı?
"Topunun köküne kibrit suyu!" diye düşünen ama elinde herhangi bir çözüm önerisi olmayan, böyle bir şeyi sunma derdi olmayan otlar mı? (Ya da nam-ı diğer apolitik bilgisiz cahil gençlik, daha popüler tanım bu.)
Kısacası objektif olmak diye bir şey yok. Hala buna inanabiliyorsanız inançlarınızı gözden geçirme vakti gelmiş demektir. Hiç kimse objektif değildir, bir kitabı okurken yazarın görüşünü az çok kestirirsiniz. Ama birkaç cümlenin gidişinden, üsluptan bunu kestirmek var, bir de yazarın düşüncelerini gözünüze soka soka satırlara kazıması var. Mustafa Mutlu bir Sözcü Gazetesi yazarı olarak elbette ikinci kategoriye giriyor. Kitap kapağına ufak yan başlık olarak "Bir Sözcü Gazetesi Romanı" diye not düşülebilirdi. Bazı satırlarda "Acaba şu an gazetenin roman versiyonunu mu okuyorum?" diye düşünebilirsiniz.

Çabuk biten, boş vakitleri değerlendirmek için okunabilecek bir kitap.

Doğan Kitap'tan 2010 senesinde çıkan kitabın Zülfü Livaneli'nin kaleminden tanıtımı:
 " “Rica etsem saçımı okşar mısınız?” bizi anlatıyor... Kalabalıkların arasında kaybolanları, kendi değerlerine tutunarak yaşamaya çalışanları, sessizce direnenleri anlatıyor. Yürekleri büyük insanları... Yedi günaha, iffetsizliğe, tamaha, öfkeye, acımasızlığa, kıskançlığa, gurura, doymazlığa her şeye rağmen elveda diyecek gücü olanları anlatıyor...

Her “cambaz” dediğinde babası itiraz eder, “Cambaz değil, canbaz” diye düzeltirdi. “Canıyla oynayan manasında... İp canbazına ise rismanbaz denir.”

İp, durmadan kayıyordu ayaklarının altından... İlerlemek de zordu, dönmek de...
Tam ortasındaydı halatın.
İlerlemekten, ipin sonuna ulaşmaktan çoktan vazgeçmişti de...
Keşke orada kalabilseydi en azından.

Elindeki denge çubuğu, değerleriydi bir bakıma...
Hayat ise ipin kendisiydi, sallanıp duran.

Kendisi gibi, tüm dikkatini ellerine tutuşturulan “denge çubuğuna” verenler ise düşmeye mahkûmdu...

“Şu anda elinizde bir gazetecinin kitabını tutuyorsunuz.
Mustafa Mutlu kardeşimin kitabını...

Arthur Miller, ‘Bir terzi için kumaş ne ise bir yazar için de gerçek odur’ demişti.
Bu söz belki de en çok Mustafa’ya yaraşır.

Bu kitapta tepkili bir yüreğin fısıltılarına ve çığlıklarına tanık olacaksınız.”

Zülfü Livaneli"

Pazar, Ağustos 12

Sizin En İyi Listeniz Hangisi ?



J. Peder Zane'in  The Top Ten Writers Pick Their Favorite Books kitabında tamamı İngiliz ve Amerikan olan 125 yazar kendi favori listelerini oluşturmuş. 544 kadar kitap hakkında özet içeren kitapta her yazar bir oylama yapmış ve buna göre 20. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar her yüzyıl için en iyi on listesi yayınlanmış. Ayrıca en iyi on yaşayan yazar, en iyi on yaşayan Amerikalı, İngiliz, Rus, Fransız yazar, en iyi on bilim kurgu listeleri gibi pek çok kategoride listeler yayınlanmış. İstediğiniz yazarın en iyi on listesine bu linkten bakabiliyorsunuz.




                      Mesela Paul Auster'ın en iyi 10 listesi;

                     1- Don Kişot (Miguel de Certvantes)
                     2- Savaş ve Barış (Leo Tolstoy)
                     3- Moby-Dick (Hermann Marville)
                     4- Suç ve Ceza (Fyador Dostoyevski)
                     5- Kayıp Zamanın İzinde (Marcel Proust)
                     6- Ulysses (James Joyce)
                     7- The Scarlet Letter (Nathaniel Hawthorne)
                     8- Şato (Franz Kafka)
                     9- Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan (Samuel Beckett)
                    10- Tristram Shandy (Laurence Sterne)

Tabi biraz göreceli bir seçim olmuş En başta sadece Amerikalı ve İngiliz yazarların listelerine baktığımızı hatırlamakta yarar var. Pek de sağlıklı bir oylama olmamış. En iyi listelerine buradan ulaşabilirsiniz. Yine aşağıda bir kaç tane liste var.

Tüm zamanların en iyi 10 kitabı (tabi klasiklerin ağırlıklı olduğunu söylemeye gerek yok);

1- Anna Karenina (Leo Tolstoy)
2- Madame Bovary (Gustove Flaubert)
3- Savaş ve Barış (Leo Tolstoy)
4- Lolita (Vlademir Nabokov)
5- Hucklebery Finn'in Maceraları (Mark Twain)
6- Hamlet (William Shakespeare)
7- Muhteşem Gatsby (F. Scott Fitzgerald)
8- Kayıp Zamanın İzinde (Marcel Proust)
9- Anton Chekhov'un Hikayesi
10- Middlemarch (George Eliot)

En çok kitabı seçilen en iyi 10 yazar;

1- William Shakespeare 11
2- William Faulkner 6
3- Henry James 6
4- Jane Austen 5
5- Charles Dickens 5
6- Fyodor Dostoyevsky 5
7- Ernest Hemingway 5
8- Franz Kafka 5
9- James Joyce, Thomass Mann, Vladimir Nabokov, Mark Twain, Virginia Woolf 4

Perşembe, Ağustos 2

Labirent Dünyası

Kaybolmanın en güzel şekli bu olsa gerek. Daha önce bir çok yerde yapılan kitaptan labirentler en son Brezilyalı sanatçılar Marcos Saboya ve Gualter Pupo tarafından Londra'da Southbank Centre'da yapılmış. aMAZEme adını verdikleri labirentte 250 bin kitap kullanılmış. Her kitabın bir dünya olduğunu düşünün ve 250.000 farklı yaşamın içindesiniz. Çok da bir şey söylemeye gerek yok aslında. Gözlerinizi kapayın, önce kaybolun sonra da yeni hayatlar keşfedin.