Pazar, Aralık 23

Nar Ağacı - Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları'ndan çıkan Nar Ağacı kitabıyla ilk tanışmam sosyal medya sayesinde gerçekleşti. Kitaptan paylaşılan cümlelerin duygu yoğunluğu, o işlenmiş kelimeler, okuyucuların düşünceleri... Ekrandan nehir gibi akıyordu desem "Amma da abarttın!" dersiniz ama durumu betimleyecek cümle budur, birikmiş duygular seli sarıyordu dört bir yanı.

Meraktan çatlayarak fuardan aldığım kitap bir süre üşengeçliğimi yenmemi bekledi. "Merak etsen eline alır okurdun, demek ki yeterli değilmiş." diye ahkam kesilmesin hemen, üşengeçlik bu. Bazen en temel hayati işlemleri gerçekleştirmek için bile insanın içindeki üşengeçliği yenebilmesi gerekir ve bu tıpkı yel değirmenleriyle her gün savaşmaya benzer.

Kitaba dönecek olursam: Allah'ım bu nasıl bir kitaptır?! Şimdiki zaman ile geçmiş arasında zıplayıp duruyoruz okurken ama bu zıplamalar okuyucunun canını acıtmıyor. Yağ gibi kayıyor sayfalar, nefes gibi içinize çekiyorsunuz.
Yazarın büyükbabasının geçmişini araştırmasıyla çekiliyorsunuz hikayenin içine. Bir doğu masalı gibi başlıyor kitap, baharat kokularını içinize çekerek aynı pazarlarda geziyorsunuz. Aynı sıcağı içinize çekiyor, namahremlerle gözgöze gelmemek için yerdeki toz toprağa dikiyorsunuz gözünüzü. Hiç durulmayan bir yolculuktasınız. Çevrede konuşulan diller değişiyor, insanlar değişiyor, hikayeler değişiyor, zaman değişiyor. Bir bakıyorsunuz Trabzon'da denize dikmişsiniz gözlerinizi, geleceğin babaannesi o zamanın tazesi Zehra Hanım'la birlikte o özel mavi rengi arıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz Settarhan'ın halı atölyesinde elleriniz nadide, lacivert bir parçanın ilmekleri üzerinde geziyor.
Olaylar birbirini kovalıyor. Balkan Harbi, işgal altında bir millet, Rus İhtilali...
Değişen sadece mekan-zaman-insanlar değil. Duygular da değişiyor. Kitabın tüm sayfalarına sinmiş bir aşk kokusu var. Yapış yapış aşk romanı hissiyatından kesinlikle söz etmiyorum burada. Şekilden şekile giriyor aşk bu kitapta. Beşeri aşk, vatan aşkı, evlat aşkı, Allah aşkı...Bütün o duygularla kalbiniz sancıyor, kanınız damarlarınızda kah deli akıyor kah bütün dolaşım tamamen duruyor. Settarhan'ın firuze yüzüğü parmağımızda takılı olsa mavinin kaç tonuna bürünürdü kimbilir...
Kitabın karakterleri hissettikleri, konuştukları kadar düşünüyorlar da. Sizleri de düşünmeye sevkediyorlar bir bakıma. Savaşı düşünüyorsunuz. Hayattaki sorumlulukları... Hayatın dönemeçlerinde karşılaştığımız ve bizi bir karar almak durumunda bırakan olayları...
Apayrı hikayelerin birbirinden farklı karakterleri tek bir noktada birleşiveriyor. Kalbi besleyen damarlar gibi ipince sarıveriyorlar merkezi. 

Kitabı okurken hayatı unutacaksınız. Akıcı olan bütün kitaplarda yaşanan bir durumdur bu, güzeldir. Ama Nar Ağacı sadece hayattan kopartmakla kalmıyor, bütün hayati sisteminizi eline geçiriyor. Kalbiniz duygulardan ağzına kadar dolmuş ve her bir atışı okuduğunuz satırlara bağımlı, hayaliniz tamamen ayrı bir dünyada sarhoş gibi geziniyor. Bütün duyularınız toptan esir alınıyor. Teniniz halılara değiyor, güneş altında kavruluyor. Mis gibi demlenmiş, yarin dudağı gibi kıpkırmızı çay doluyor bardaklara. Sevgiyle, aşkla bakan gözleri görüyorsunuz, her bir kirpik tig kesilip yüreğinizi yarıveriyor odacıklara.

Hüngür hüngür ağlama isteği uyandırıyor aynı zamanda. Ortamınız müsaitse bağıra bağıra ağlamanız gerek, yoksa uzun bir süre boğazınıza demir atmış koca bir yumrukla oturuyorsunuz. Savaş, muhacirlik gibi kendiliğinden duygu yoğunluğu yüksek konuların etkisi bir yana, anlatılan o saf ve güzel sevgiler, aşık olma duygusunun sindiği o sayfalar gözleri doldurmaya yeter de artar bile.

Ah mine'l aşk... 

Kendine ait bir internet sitesi bile var kitabın; bazı kelimelerin anlamlarına, çıkarılmış bölümlere ve daha nicesine buradan ulaşabilirsiniz.: http://www.naragaci.com/



Salı, Kasım 20

31. İstanbul Kitap Fuarı

fuardan bir görüntü - resmi sitesinden alıntıdır
Sabahtan neşeyle yola koyuluyorum. Taksim'in altı üstüne gelmiş, ücretsiz servis yok. Herkesin "Çok kolay, hemen önünde iniyorsun!" dediği metrobüsle gideceğim. Zincirlikuyu'dan binip körükte yer bulduğumda kendimi hala şanslı hissediyorum. Virajlarda dönerken çantamın yerdeki yuvarlakla birlikte uzaklara uçuşu olmasa kendimi daha rahat hissedebilirdim elbet.
Avcılar'da Beylikdüzü metrobüsüne yaptığım aktarmadan sonra kendimi uzaktan fuara bakar buluyorum. İçimdeki maşuğa kavuşmayı bekleyen aşık daha bir mutlu oluyor,  "Beni bekleyin!" hissiyle doluyor içim. Üst geçitten hızlıca yürüyüş, Tüyap'ın arka taraflarından dolanış derken fuar girişine varıyorum.
Zincirlikuyu-fuar kapısı arası tam bir saat sürüyor benim için. Zamandan tasarruf etsek, rahatlıktan ödün veriyoruz, kabul etmeli artık o kadarını. "Bir yerden veren, diğer taraftan alır." felsefesini çoktan benimsemişim.

Aşık ve Maşuk kavuşabilir mi? Belli bir noktaya kadar. Uzaktan ay cemalini ancak görebilir, kirpikleri tig olur kalbini dağlar. Kitaplarla aramızdaki ilişki de bir boyuta kadar yaşanabiliyor, nedeni elbette pahalılık. Bir kitabın ederi 20 liraya yaklaşıyorsa orada bir sorun var demektir.
İnsan kendini tüketim çılgını gibi hissediyor, ruhu tükeniyor hesaplama yaparken: "Akbilde para var mıydı? Bu kitabı alsam, eve dönebilir miyim?" ve daha nicesi... Fuarlar aslında ne öğrenciye ne de kendi yağında kavrulmaya çalışanlara hitap etmiyor. Evet indirimler var ama her zamanki %20-%30 civarındaki indirimler, ki onlar da bir çözüm olmaktan uzak...

Turkuvaz Yayıncılık "tanesi 3 lira" kitaplarıyla bu yarama biraz merhem oldu denilebilir. Anlaşmaları biten yazarların kitaplarını ucuzdan satıyorlarmış, açıklama bu.

Keskincolor standı her zaman en sevdiğim noktalardan biri olagelmiştir. Bu sefer gözüme biraz boş gözüktü ama o boşluk hissi sizi yanıltmasın. Çok güzel ajandalar, not defterleri var. Bilmemkaç avroluk fiyatın gereksiz miktarda fazla Türk Lirası'na çevrildiği Moleskine defterlerin uygun fiyatlı benzerleri, çok güzel İstanbul-minyatürümsü motifli not defterleri, takvimleri ve elbette ajandaları... Hemen kendime bir 2013 ajandası edindim, o ajanda olmadan ben bir hiçim.
Cağaloğlu'ndaki dükkanları benim için şekerci dükkanından farksız, cebimdeki kocaman deliği dikip kara kediye emanet ettiğim sermayemi toparlayabilirsem uğrayacağım. Bir gün...

Kültür A.Ş.'nin "İstanbul'un Yüzleri" serisine aşık oldum! İstanbul'un 100 Şarkısı, Yalısı, Yemeği, Sanatçısı, .... liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Birbirinden ilgi çekici bir sürü kitap hazırlamışlar. Hepsi de birbirinden özenli, güzel baskılı. İçimde kaldı diyebilirim. Fuar fiyatı 15, normalde 20 imiş. Kitap başına elbette. Baskı kalitesine dair biraz bilgi ve birkaç kitabın görüntüsü bu sitede mevcut.
Açık açık, çiğ bir şekilde yazdığım için affedin: Geniş bir kütüphanesi ve dolu bir cüzdanı olanlar kaçırmasın.

Üç çeşit açlığı dindirmeye çalışan kitaplar çoğunluktaydı bana sorarsanız:
Ruhi açlık: Dini kitaplar
Hayalgücü açlığı: Fantastik kitaplar
Mide açlığı: Yemek kitapları!

Elbette akli açlığa yönelik düşünce kitapları da vardı ama bence azınlıktaydılar, o yüzden onlara ayrı kategori açmıyorum. Çocuk kitapları da şu an beni alakadar etmediğinden onlara da değinmedim, ama merak etmeyin çocuklar fuarın bu seneki teması sebebiyle ön planda tutulduğundan her çeşit çocuk kitabını rahatça bulabilirsiniz.

Yemek kitaplarında da inanılmaz bir gelişme var. "Oktay Usta'dan 18274 Tarif!" kitaplarından bahsetmiyorum. Yöresel yemekler, muhteşem baskılı-resimli kalın ciltli kitaplar, daha neler neler... İlgilenenler için tam bir cennet. Hele bir tane iğne oyalı aralığı olan kitap çok hoşuma gitti, Boyut Yayınevi'nden çıkan "Annesinin Kızı" isimli bir tarif kitabı... Kitabın tanıtımından ufak bir alıntı: "Tasarımcı Güler Sarıgöl Köymen'in , Anne yemekleri hepimizin çocukluğudur diyerek yola çıktı ve kendi gibi anne yemeklerini özleyen 40 anne kızla birleşerek kitabını oluşturdu..."

Bedava dağıtılan gazete kitap eklerinden de bol bol topladım. Şu ana kadar açık arayla en iyi kitap eki benim gözümde Habertürk'ünki oldu. Elbette büyük topların ekleri dağıtılmadığından onlara dair yorumlarım eksik.

Fuarın sinir bozan tek kısmı: Çocuklar. Bağıran çağıran, üstünüze doğru koşan, itiştiren, "Bedava kitap aralığııııı!" nidaları atan, dayaklık, insanı "Bunlar böyleyse anaları babaları kimbilir ne biçimdir, topu falakaya çekile!" gibisinden düşüncelere gark eden çocuklar...
Neden fuar yönetimi çocuk yayınlarını bir salonda toplayamıyor, neden okullar ilk geldiklerinde o kısma yönlendirilmiyor? Çocuklar okumalı, kitapları sevmeli, fuarlara gelmeli evet, evet ve evet ama tam olarak beklentinizi karşılayan hangi senaryo? Çocuklara göre düzenlenmiş bir salonda, kendi yaşına uygun kitaplarla haşır neşir olması mı yoksa tam bir keşmekeş içinde erotik vampir kitaplarına, aşk kitaplarına saldırması mı?
Yanlış anlaşılmasın, erotik vampir kitaplarına veya aşk romanlarına karşı değilim. Karşı olduğum kısımlar bu kitapların 9-10 yaşında çocuklar tarafından ellenmesi ve tabii ki çocukların çoğu insan gibi yetiştirilmediği için normal ziyaretçileri rahatsız etmeleri.

25 Kasım'a kadar devam edecek 31. İstanbul Kitap Fuarı'nın açılış saatleri 24 Kasım'a kadar 10:00-20:00, son gün olan 25 Kasım'da da 10:00-19:00. Ayrıntılı bilgiyi sitesinden edinebilirsiniz.








Pazartesi, Ağustos 13

Kayıp Gölgeler Kenti

 Nazlı Eray'ın Turkuaz Kitap'tan çıkardığı muhteşem bir roman "Kayıp Gölgeler Kenti".

Şehirler-ülkeler arasında gidip geliyorsunuz kitabı okurken. Mekanlar değişiyor, insanlar değişiyor, hayaletlerin biri gelip biri gidiyor ama kaybolmuyorsunuz. "Bir dakika neredeydik şimdi?" şaşkınlığıyla geçmiş sayfalara dönüş yapma ihtiyacı duymuyorsunuz.

Su gibi, nefes gibi akıyor kitap. Okuyanı içine çekiyor. Sanki Prag'ın soğuk havasını içinize çekiyorsunuz bir anda, elleriniz üşüyor. Kafeye sığınıp sıcak kahveyle ısıtıyorsunuz kanı çekilmiş ellerinizi, porselen parmak uçlarınızı dayanılmayacak kadar yaktığında geri çekiyorsunuz. Sonra tekrar aynı döngü, elleri fincana yapıştır, kendini yak, geri çek... İçerisi mis gibi pişmiş tatlı kokusuyla dolu. Palaçinka geliyor ufak bir tabakta, kokusu tüm duyularınızı sarmalayıp içinizi daha da ısıtan bir atkı gibi. Sıcacık hamurun üstünden akıtılmış reçel tat algılarınızı altüst ediyor, kan şekeriniz mutlu bir çıkış yaşayarak kulağınızda huzurlu şarkılar mırıldanıyor. ...
(Tabii palaçinkayı genel olarak internette arattığımda pancake gibi birşey çıkması kurduğum hayalleri kırıp içimi az da olsa burmadı değil. Isırılınca içinden reçeli akan, sıcacık, insanın midesini sevgiyle kucaklayan bir hamur çöreği olarak hayal etmiştim kendisini, öylesi daha zevkli olurdu sanki. Tatlılara karşı yanlış hisler besleyen bir oburun satırlarını okudunuz, parantezi kapatma zamanı.)
Bu sıcak huzuru serin bir heyecanla bölen hayaletler romana o hız ve akıcılık duygusunu katıyor. Tat-koku-dokunma duyularının tatmininden aklın meraklı sorularına, bilmece peşinde koşmaya doğru yumuşak ama hızlı bir geçiş yaşanıyor.

Soğuk sokakları arşınlarken birden Seul'de kül kavanozlarının yanında, kemik kokusunu içinize çekmemek için nefesinizi yarı tutarken buluyorsunuz kendinizi. Ölülere yazılmış mektupları merak ediyorsunuz, içinize hüzün basıyor. Kendinizi mektup bekleyen ölülerin yerine koyuyorsunuz, daha beter hüzün basıyor. Mekan-zaman değişimleri, hayaletler elbette fantastik öğeler ancak okurken sanki yazılanların hepsi gerçekmiş gibi bir hisse kapılmamak elinizde değil. Herşey mantık çerçevesindeymiş gibi, oluru varmış gibi geliyor.

Mekanların-insanların değişme hızı okuyucuda fragman izliyormuş hissi yaratıyor. Kareler gözümüzün önünde hızlı hızlı değişiyor, arka fon müziğinin ritmi artıyor, ses yükseliyor, müzikle birlikte kalp ritmi de hızlanıyor, inanılmaz bir his yoğunluğu... Yazarın muhteşem bir yönetme gücü var. İlk sayfayı açtığınız andan itibaren onun ellerindesiniz. Nereye giderse siz de peşinden oraya. Satırlar akıyor. Kitap elden bırakılmıyor. Dünyanızdan soyutlanıp yazarın dünyasına giriyor ve orada kalıyorsunuz. Kitap bittiğinde "Neredeyim, bitti mi? Bitmemeliydi!" duygusu hakim oluyor, bütün o harika kitaplar bittiğinde yaşananlarla eşdeğer.

Sahaflarda eski kitaplar arasında dolaşırken Nazlı Eray'ın Stalin'le ilgili bir kitap bulmasıyla başlıyor herşey. Tarihi kendi gezi tecrübeleriyle, düşünceleriyle birleştiriyor ve ortaya muazzam bir eser çıkıyor. Öyle bir duygu yoğunluğu hakim ki kötü karakterler için bile içinizde acıma duygusu uyanıyor.

 Hayranlık-saygı-kıskançlık duyguları hakim olarak okunabilir bu kitap. Böylesine esir eden bir yazma yeteneği insanda gidip çıraklık etme isteği uyandırıyor.

Yazmak, hayatın akışını unutturabilecek denli yazabilmek muhteşem bir yetenek olduğu kadar büyük bir güç de. İnsanlarda çeşitli duyguları uyandırabilmek ve onları belirli rüyalara yatırabilmek...
Nazlı Eray'ın diğer kitaplarını çok merak ettim ve en kısa zamanda diğerlerinin de peşine düşeceğim.


Kitabın arka kapağından:


" Nazlı Eray'ın büyülü, renkli ve sürprizlerle dolu dünyasının kapısı bu kez Prag'da aralanıyor. Geçmişin gölgeleriyle dolu bir kent: Prag. Kentin loş sokaklarında dolaşan yabancı bir kadın ve karşısına çıkan geçmişin gölgeleri. Tahta kaplamalı duvarları, sessiz aynaları ve kristal avizeleriyle sonsuzla bugün arasındaki tuhaf bir irtibat bürosu: Cafe Europa. Rusya'nın unutulmaz lideri Josef Stalin'in gizemli ve tehlikeli hayatının açılan sayfaları: gençliği, ilk karısı Kato, 13 yaşındaki sevgilisi Lidia, Batum hapishanesindeki arkadaşları; yeraltı yaşamından Kremlin'e geçişi, ikinci karısı Nadya'nın esrarengiz intiharı. Çok sevdiği Kirov'un öldürülüşü.

Seul'e uzanan bir yolculuk. Buğulu tapınaklar, tuhaf rahipler, içinde ölülerin küllerinin saklandığı sıra sıra kavanozlar ve ölülere yazılan mektuplar. Ve tekrar Moskova. İşkenceler hapishanesi Lubianka. İdam listeleri ve Stalin'in ölüm makinesi yakışıklı Yezhov. Stalin'in ilk aşkı ve son gecesi. Bir fırtınanın hayatı."


Yazıya kitabı bana uzun süreli ödünç verme inceliğini gösteren bitter'e en içten teşekkürlerimi sunarak son veriyorum. :) Bir dahaki Tüyap Kitap Fuarı'nda daha yakın mercek altına alacağım kendisini, nokta atışı yapma yeteneğini kitap seçiminde de sonuna kadar konuşturuyor. :)

Rica Etsem Saçımı Okşar Mısınız?


Mustafa Mutlu'yu köşe yazarı olarak etiketleyip beynimi çekmecelerinden birine kapattığımdan romanını görünce gerçekten şaşırdım.


Başlık insanda farklı duygular uyandırıyor. "Beni sev! N'olur sev! Çok sev!" hissi kafamda canlananlardan ilkiydi ve açıkçası erkek yazarların fazla duygusallık içeren yazı denemeleri tek kaşımı hafifçe yukarı doğru eğimlendirmeme sebep oluyor.

Önyargılıyım, dar düşünce kalıplarının şahıyım. Evet. Dozunda duygusallık iyi ama bazı cümleler-kalıplar-olay örgüsü duygusallık ile mıymıylık arasındaki ince çizgiyi aşabiliyor. "Mıymıylık" tanımım erkek yazarlara özgü elbette, dar kafalı yapıma göre kadınlar sonuna kadar duygusal olabilir. Garip bir his yaratmıyor.

Eğer kitabın ön kısmında roman olduğu belirtilmese kitabı okurken kısa öyküler okuyormuşcasına bir havaya bürünmek mümkün. Bölümlerin arası keskin bir bıçakla kesilmiş gibi düzgün ve steril biçimde ayrılmış. Bitmemiş hikayeler, bölümler arası apayrı dünyalara odaklanma zorunluluğu pek hoşuma giden bir durum değil. Bu nedenle kitabın sonundaki toparlayıcı bölüme bayıldım. Soru işaretlerinin kalktığı, cerrahi işlemle ayrılmış gibi gözüken kısımların aslında incecik, çepeçevre saran damarlarla sımsıkı bağlı olduğunu görmek beni mutlu etti.

Terapiye yoğunlaşan kapanış bölümünün Sagopa Kajmer'in Terapi şarkısına yer vermesi de ayrı bir süpriz oldu. :)

Bilindik belirli düşünce kalıplarını tekrarlayan bu kitap karşısında yine ve yeniden şunları söylemek zorunda hissediyorum kendimi: Top gibi oradan oraya sektirilen "objektif olma" kavramına zerre kadar inanmıyorum. Herkesin belli bir görüşü vardır, o doğrultuda düşünür. "Efendim yok ben çok objektifim, her görüşe aynı uzaklıktayım." Buna kim inanıyor hala?
Altı çekyatlı bir odada yere serilen gazete üstünde yemek yiyip daha sonra gelen öğrencileri belirli kalıplar çerçevesinde çalıştıranlar mı?
Yakın tarihin kahramanlık türkülerini tıngırdatıp okuduğu üç dönem romanından sonra "Yeni düzeni biz getireceğiz, bitecek karanlıklar!" minvalli bağırışlarla yemekhanede bildiri dağıtanlar mı?
Tarihin kolunu kesip havada kalan eline odaklanarak aynı melodiye takılıp kalan, herkesi aynı amaç etrafında toplanmış muasır medeniyet seviyesine doğru ilerlerken hayal eden saf azınlık mı?
"Topunun köküne kibrit suyu!" diye düşünen ama elinde herhangi bir çözüm önerisi olmayan, böyle bir şeyi sunma derdi olmayan otlar mı? (Ya da nam-ı diğer apolitik bilgisiz cahil gençlik, daha popüler tanım bu.)
Kısacası objektif olmak diye bir şey yok. Hala buna inanabiliyorsanız inançlarınızı gözden geçirme vakti gelmiş demektir. Hiç kimse objektif değildir, bir kitabı okurken yazarın görüşünü az çok kestirirsiniz. Ama birkaç cümlenin gidişinden, üsluptan bunu kestirmek var, bir de yazarın düşüncelerini gözünüze soka soka satırlara kazıması var. Mustafa Mutlu bir Sözcü Gazetesi yazarı olarak elbette ikinci kategoriye giriyor. Kitap kapağına ufak yan başlık olarak "Bir Sözcü Gazetesi Romanı" diye not düşülebilirdi. Bazı satırlarda "Acaba şu an gazetenin roman versiyonunu mu okuyorum?" diye düşünebilirsiniz.

Çabuk biten, boş vakitleri değerlendirmek için okunabilecek bir kitap.

Doğan Kitap'tan 2010 senesinde çıkan kitabın Zülfü Livaneli'nin kaleminden tanıtımı:
 " “Rica etsem saçımı okşar mısınız?” bizi anlatıyor... Kalabalıkların arasında kaybolanları, kendi değerlerine tutunarak yaşamaya çalışanları, sessizce direnenleri anlatıyor. Yürekleri büyük insanları... Yedi günaha, iffetsizliğe, tamaha, öfkeye, acımasızlığa, kıskançlığa, gurura, doymazlığa her şeye rağmen elveda diyecek gücü olanları anlatıyor...

Her “cambaz” dediğinde babası itiraz eder, “Cambaz değil, canbaz” diye düzeltirdi. “Canıyla oynayan manasında... İp canbazına ise rismanbaz denir.”

İp, durmadan kayıyordu ayaklarının altından... İlerlemek de zordu, dönmek de...
Tam ortasındaydı halatın.
İlerlemekten, ipin sonuna ulaşmaktan çoktan vazgeçmişti de...
Keşke orada kalabilseydi en azından.

Elindeki denge çubuğu, değerleriydi bir bakıma...
Hayat ise ipin kendisiydi, sallanıp duran.

Kendisi gibi, tüm dikkatini ellerine tutuşturulan “denge çubuğuna” verenler ise düşmeye mahkûmdu...

“Şu anda elinizde bir gazetecinin kitabını tutuyorsunuz.
Mustafa Mutlu kardeşimin kitabını...

Arthur Miller, ‘Bir terzi için kumaş ne ise bir yazar için de gerçek odur’ demişti.
Bu söz belki de en çok Mustafa’ya yaraşır.

Bu kitapta tepkili bir yüreğin fısıltılarına ve çığlıklarına tanık olacaksınız.”

Zülfü Livaneli"

Pazar, Ağustos 12

Sizin En İyi Listeniz Hangisi ?



J. Peder Zane'in  The Top Ten Writers Pick Their Favorite Books kitabında tamamı İngiliz ve Amerikan olan 125 yazar kendi favori listelerini oluşturmuş. 544 kadar kitap hakkında özet içeren kitapta her yazar bir oylama yapmış ve buna göre 20. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar her yüzyıl için en iyi on listesi yayınlanmış. Ayrıca en iyi on yaşayan yazar, en iyi on yaşayan Amerikalı, İngiliz, Rus, Fransız yazar, en iyi on bilim kurgu listeleri gibi pek çok kategoride listeler yayınlanmış. İstediğiniz yazarın en iyi on listesine bu linkten bakabiliyorsunuz.




                      Mesela Paul Auster'ın en iyi 10 listesi;

                     1- Don Kişot (Miguel de Certvantes)
                     2- Savaş ve Barış (Leo Tolstoy)
                     3- Moby-Dick (Hermann Marville)
                     4- Suç ve Ceza (Fyador Dostoyevski)
                     5- Kayıp Zamanın İzinde (Marcel Proust)
                     6- Ulysses (James Joyce)
                     7- The Scarlet Letter (Nathaniel Hawthorne)
                     8- Şato (Franz Kafka)
                     9- Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan (Samuel Beckett)
                    10- Tristram Shandy (Laurence Sterne)

Tabi biraz göreceli bir seçim olmuş En başta sadece Amerikalı ve İngiliz yazarların listelerine baktığımızı hatırlamakta yarar var. Pek de sağlıklı bir oylama olmamış. En iyi listelerine buradan ulaşabilirsiniz. Yine aşağıda bir kaç tane liste var.

Tüm zamanların en iyi 10 kitabı (tabi klasiklerin ağırlıklı olduğunu söylemeye gerek yok);

1- Anna Karenina (Leo Tolstoy)
2- Madame Bovary (Gustove Flaubert)
3- Savaş ve Barış (Leo Tolstoy)
4- Lolita (Vlademir Nabokov)
5- Hucklebery Finn'in Maceraları (Mark Twain)
6- Hamlet (William Shakespeare)
7- Muhteşem Gatsby (F. Scott Fitzgerald)
8- Kayıp Zamanın İzinde (Marcel Proust)
9- Anton Chekhov'un Hikayesi
10- Middlemarch (George Eliot)

En çok kitabı seçilen en iyi 10 yazar;

1- William Shakespeare 11
2- William Faulkner 6
3- Henry James 6
4- Jane Austen 5
5- Charles Dickens 5
6- Fyodor Dostoyevsky 5
7- Ernest Hemingway 5
8- Franz Kafka 5
9- James Joyce, Thomass Mann, Vladimir Nabokov, Mark Twain, Virginia Woolf 4

Perşembe, Ağustos 2

Labirent Dünyası

Kaybolmanın en güzel şekli bu olsa gerek. Daha önce bir çok yerde yapılan kitaptan labirentler en son Brezilyalı sanatçılar Marcos Saboya ve Gualter Pupo tarafından Londra'da Southbank Centre'da yapılmış. aMAZEme adını verdikleri labirentte 250 bin kitap kullanılmış. Her kitabın bir dünya olduğunu düşünün ve 250.000 farklı yaşamın içindesiniz. Çok da bir şey söylemeye gerek yok aslında. Gözlerinizi kapayın, önce kaybolun sonra da yeni hayatlar keşfedin.









Cumartesi, Temmuz 28

Aynı Anda, Farklı Zamanda...

    Yaşamın dürtüleri kişiliğimizin sağlamlığını sınamaya yararlar. Onlara boyun eğmek size, geçici ve tedirgin edici bir tatmin verebilir. Ama en kötü dürtüler, karşılığında zayıflığımızın buruk keşfinden başka hiçbir şey almadan boyun eğdiğimiz dürtülerdir. 

     Kanon müzikte bir çeşit çok seslilik ile yapılmış parçalara denirmiş. Yani önden biri çalmaya başlıyor, belli bir yere geldiğinde ise ikinci kişi baştan tekrar çalmaya başlıyor. Bir müziğin hem başını hemde mesela 5. dakikasındaki yerini aynı anda duyuyorsunuz. Ayni anda farklı zamanda..

     Dost Yayınlarından çıkan Paolo Maurensig'in kitabı Tersine Kanon' da da aynı bu çok seslilik var. Hem müzikte hem de karakterlerinde. Bir karakteri okurken birden başka birisi çıkageliyor ne olduğunu anlamadan. Her şeyiyle aynı biri. Bir an şaşırıp kalıyorsunuz acaba elimde ki kitap baskısında mı bir şey var ya da ben burayı okumuştum da kaçırdım diye. Ama sonradan fark ediyorsunuz. Aynı ama biraz farklı. Tabi insanın aklına o soru geliyor hemen. Aynıysa nesi farklı ya da o zaman nasıl aynı ? İşte bu sorularla bütün bir kitabı kardeş gibi olan iki arkadaş üstünden okuyorsunuz. Bir de kardeşlerden birinin büyük aşkı Sophie.

     Jenö Varga çok yetenekli bir keman virtüözüdür (bu arada virtüoz yetenekli anlamında bir iltifatmış yani ünvan değil). Kitap II. Dünya Savaşının arifesinde geçer ve bu muhteşem Bach yorumcusu olan Varga ile karşılaşan yazarın öyküsüdür. Bir yanda Varga'yı okurken bir yandan da en yakın arkadaşı Kuno'yu okuyoruz. Aslında okumaktan çok kemanlarıyla yaptıkları düeti dinliyoruz diyebiliriz. Tersine Kanon'u her bir sayfada duyabilirsiniz. Bir de onlara piyanosuyla eşlik eden Varga'nın büyük aşkı Sophie'yi.

    İtalyan yazar Paolo Maurensig'in romanı 1996'da yayınlanmış ve en bilineni. 2000 yılında filme uyarlanmış. Film Prag'da çekilmiş ve müziğini yine İtalyan olan Ennio Morricone yapmış (Concerto Romantico Interroto).

Müzik ruhun gıdasıdır denir. Bence kitap da öyledir. İkisi birleşince de ortaya okuması ya da izlemesi aslında duyması muhteşem olan bir yapıt ortaya çıkmış. Kitabın başındaki güzel öykü de cabası.

Yaylı sazların kökenine ilişkin bir öykü der ki, Shiva'nın karısı tanrıça Parvati, insanın yeryüzünde yaşayacağı tehlikeli macera karşısında merhamete gelerek, ona, onu kötü cinlerden koruyacak ve arzu ettiği zaman yeryüzünde de tanrılar diyarını bulmasına yardımcı olacak bir şey armağan etmeye karar verir. Ama karısının bu ilgisini kıskanan Shiva, tek bir darbeyle onun armağanını paramparça eder. Parçalar denizlerin, ormanların üzerine düşerek kabuklu hayvanlara, kaplumbağagillere yaşam verir, ağaçların tahtalarına işler, kadın sağrısına kadar iner. İnsana sadece yayı ulaşır tek parça halinde ama bu da nesiller boyunca silah olarak kullanılır. İlk titreşen teldir o. İnsanın bir kaplumbağa kabuğu yardımıyla ilk lavtasını yapması için bir çok tanrısal çağ geçmesi gerekmektedir ve bu lavtayı da hala parmaklarıyla çalmaktadır. Ama onun, yayın telleri nasıl titreştirebildiğini dolayısıyla evreni ayakta ve düzen içinde tutan, dans eden tanrı Shiva'nın kendi çevresinde dönerken giysilerinin çıkardığı o sürekli sesi yani dünyayı yaratan o esini keşfetmesi, bu sonuncu ve korkutucu çağda olur.



Cumartesi, Haziran 23

Baldassare'nin Yolculuğu...

"Her şeyi yok edecek ateş, yaklaşıyor gitgide ve ben, bu ahşap odada, bu ahşap masaya oturmuşum, son düşüncelerimi emanet ediyorum, kolayca alev alacak bir kağıt tomarına! Delilik! Delilik! Ama bu delilik, ölümlü olma durumumun bir özeti değil mi zaten? Mezarım kazılmış beni beklerken ölümsüzlük hayalleri kuruyorum ve ruhumu, onu benden koparıp alacak olana açıyorum sofuca. Doğumumda , bir kaç yıl vardı ölümle aramda; bugün belki bir kaç saat; ama sonsuzluk karşısında nedir ki bir yıl? Bir saat? Bir saniye? Bu ölçülerin yalnızca çarpan bir yürek için anlamı var..


Baldassare'nin yolculuğu doğduğu topraklar olan Lübnan Cübeyl'den başlar "Canavar'ın Yılı'nda". İncil'e göre  1666 yılıdır ve kimilerine göre bu her şeyin sonudur. Zamanın sonu. Tek kurtuluş yolu ise Yüzüncü Ad adlı kitapta yazan Tanrı'nın gizli adı. Allah'ın Kuran'da sıradan insanlara bildirilmemiş doksan dokuz adının yüzüncüsü. Yüce adı.

Yolculuk başlar. Konya, İstanbul, İzmir, Sakız, Cenova, Amsterdam, Londra.. Veba, Sabetay Sevi'nin başkaldırışı, büyük Londra yangını derken Baldassare Embriaco bütün hayatının macerasını bir senede yaşar. Tabi bunlara ek bir de aşk.

Yolculuğa başlarken bir defter tutmaya karar verir Baldassare. İçine yaşadıklarını, umutlarını, pişmanlıklarını anlatır. Defteriyle bir nevi kendini görmeye çalışır aslında. Tabi ben bir defter diyorum ama kitap aslında dört defterden oluşuyor. Yüzüncü Ad, Sabetay'ın Sesi, Yıldızsız Bir Gök, Cenova'nın Ayartması. Bazıları kaçışlarda kaybolurken bazıları belli bir dönemi kapatıyor.

İki yeğeni bir çalışanı ve sürpriz bir şekilde onlara katılan dul bir kadın bu ufak yolcu grubu. Grupta baktığınız zaman aslında her telden insan var. Körü körüne inançlı olan, sorumsuz ve yaptıklarının sonucunu düşünmeyen bir serseri, sahibine ölümüne sadık bir hizmetkar, özgürlüğü için her şeyi göze alan bir dul. Bir de sonradan gruba katılan samimi bir dost. Baldassare için hepsine liderlik yapmak, hele aşkını yaşamak isterken, çok da kolay olmuyor.

Okurken bu yolculuk kitabı sizi çok da fazla büyülemiyor. Ayaklarınızı yerden kesip bir geminin üstünde okyanusları aşmak pek hissedebileceğiniz durum değil. Ya da İzmir'de milyonları peşinden sürükleyen Sabetay Sevi'nin konuşmaları çok da fazla coşku vermiyor. İçerisinde "çok fazla" macera barındırmasına rağmen hikaye bir bütün olarak ağırlığını koyuyor ve dingin, sakin bir masal etkisi yaratıyor insanda.

Şöyle bol köpüklü Türk kahvenizi alıp, balkonda akşam güneşinin serinliğinde ayaklarınızı uzatıp okuyabileceğiniz bir parça aşk, bir parça macera, bir tutam entrika ve bir tutam tarihle harmanlanmış bir roman.

Ayrıca Amin Maalouf ile ilgili bir ayrıntı. Yazar 2002 de bir opera için ilk librettosunu, Uzaktan Aşk (L'Amour de loin), yazmış ve Kaija Saariaho bestelemiş. Daha sonra ise Adriana Mater adlı ikinci librettosu yine bestelenmiş. Operadan hiç anlamayan bir kişi olarak aslında adriana mater hoşuma gitmedi değil. Belki sizin de hoşunuza gider.


Cumartesi, Haziran 9

Mizahın Abisi Oğuz Aral

Gene raflar arası serseri mayın gibi dolanırken sarı-siyah bir kitaba gözüm takıldı, elime aldığımda Oğuz Aral'ın biyografisinin olduğunu gördüm. Korhan Atay ve Figen Kumru Akşit tarafından yazılmış ve Doğan Kitap tarafından çıkartılmış "Mizahın Abisi Oğuz Aral".

Oğuz Aral'a olan ilgi ve sevgim zamanında Hürriyet gazetesinde çıkan yazıları ve Avni karikatürlerinden ileri geliyordu. Avni'nin gariban halleri, kendisinin esprili dille anlattığı yaşlılık huysuzlukları... "Huysuz İhtiyar" adlı kitabını da aynı zevkle okumuştum. O yıllarda çocukluk-gençlik dönemim daha ağır bastığından olsa gerek, sadece espri kısmına odaklanmış olmalıyım. Şu anki gençlik-yetişkinlik dönemi ışığında ve bu kitabın rehberliğinde, o yazıların sadece esprili ve komik anlardan oluşmadığını idrak edebiliyorum.

Satırlarda hayat var. Acısıyla, buruk anlarıyla, gerçekliğiyle dopdolu bir hayat aktarılmış. Esprili bakış açısı satırların yürekten akıp gitmesini sağlarken, bazı anlarda da gözlere soğan etkisi yapan hüzünlü anlara dönüşüveriyor.

İçindekiler kısmına baktığımda gördüğüm bölüm başlıkları biraz içimi burmadı desem yalan olur. Biyografi insana Osmanlı Tarihi'ni anımsatan bir tarzda "Başlangıç, İlk Aşk, ..., Yükseliş, Zirve, ..., Düşüş,..." gibi bölümlere ayrılmış. Bir an durup kendi hayatlarımıza bakarsak tüylerimizin diken diken olması mümkün: "Şu an Yükseliş'teysem eğer, bunun ilerisi nasıl olacak? Hangi noktadan sonra Düşüş başlar? Nasıl bir sonla biterim?" 

Her türlü zorluğa dayanmış ve sanatın pek çok dalıyla başarıyla uğraşmış, gençlere bilgisini sonuna dek aktarıp destek olmaya çalışmış bir mizahçının biyografisi... Gırgır dönemini görmüş-yaşamışlar için bir nostalji hissi, bizim gibi Oğuz Aral'ı son anlarında yakalamışlar içinse bilgilenme fırsatı...






Cuma, Haziran 8

Kitap Dünyası

Yazılardan kitaplardan oluşan bir dünya hayal ettiniz mi hiç ? Aslında hayal etmeye gerek yok, zaten de öyle değil mi ? Bütün yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız, düşlerimiz kısacası her şeyimiz aslında bir kitabın bir cümlesinde; ya da bütün bir kitap bizi anlatan, anlayan. Sığındığımız liman, nefret ettiğimiz düşman, isyan ettiğimiz adaletsizlikler ve böyle uzayıp giden bir sürü detay hayatımızda. Bir düşünün aslında her şey yazı. Yazıdan doğan bir ömür. 

This is where we live animasyonu bir yayın evinin 25. yıl dönümü için bir çok animatör tarafından hazırlanmış. Ortaya da çok güzel bir seyir çıkmış.






Cumartesi, Mayıs 5

Hiç'e Hoşgeldiniz...

Hiç, ne uluslararası durumcuların çocukça teorilerine dayanır,ne de klasik anarşistlerin sendikalist yaklaşımlarına. Teorisi yoktur. Varsayımları yoktur. Her şeyi reddeder. Kendisini bile. Üzerinde durulması çok zor bir iptir. O kadar incedir ki, üzerinde yürüyenin tabanlarını keser. Hiç hareketi dünyayı hak ettiği kaosa götürecek bir çılgınlıktır. İnsanın delirmesinden alır gücünü. Bilinen her şeyin unutulduğu, hiçbir kuralın geçerli olmadığı bir harekettir. 

Gerçekten de Hakan Günday kitaplarında bilinen her şeyi unutturuyor insana. Aslında unutturma değil de bütün tabuları yıkıyor demek daha doğru olur. Zargana adlı kitabına başlarken de "Hayat, cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalıktır." (Jacques Dutronc) cümlesini okumak küçük bir örnek olur sadece.

12 yaşında Berlin'de dört kişinin tecavüzüne uğrayan Zargana, kendi hayatını tüm detaylarıyla  başkalarına oynatır ve böylece bir "hayat oyunu" çıkar ortaya. İnsanlar sadece figürandır onun için. Tabi bu cümleden sonra kendisini insan sınıfından tamamen ayrı tuttuğunu söylememe gerek yok. Bu şekilde kendisini seyrederek yine kendisini bulmaya çalışır.

                                                                                                     
Kitaplarında şiddet, biraz umut, akla hayale gelemeyen  kötülükleri anlatan yazar aslında yeraltı edebiyatı kategorisinde de hiç zorlanmadan yer alabilir ki çok büyük kesim yazarı o grubta görüyor. İlk kitabı olan Kinyas ve Kayra 2000 yılında yayımlanmış ve yazar ben bu kitapla yazmayı öğrendim diyor ve kitapta açıkça belirttiği gibi yazarken Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabından ziyadesiyle etkilenmiş. Bu umutsuzluk neden diye sorulduğunda ise elimden bu kadarı geliyor diye cevaplıyor.

"İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun yinede hafiftir hayat.Çünkü altı deliktir. Delikse ölümdür!! Bütün kazançlar bu delikten kayıp gider." Çaresizlik, pesimistlik, umutsuzluk, ağır depresyon falan filan. Ne derseniz deyin ama her kitabında ki bu duyguları taşıyan, yaşayan karakterlerle birlikte aslında umut etmeyi ve yaşamayı azıcık ucundan öğrenebiliyorsunuz. En azından tünelin sonunda ki ışık göz kırpıyor hiç ummadığınız bir anda.

İsterseniz ben çok  da lafı uzatmayayım ve siz Hakan Günday'ı kendisinden dinleyin. Sabit Fikir dergisi işbirliğiyle yapılan Sözünü Sakınmadan söyleşisinde kendini, romanlarını ve karakterlerini anlatmış uzun uzun.


Pazar, Nisan 8

Oktay Akbal - Kanatlı Sözler Uçar mı?

Gene belirli birşeyi hedeflemeden sadece içimdeki hislere güvenerek rafların arasında dolaşırken rastladım Oktay Akbal'ın bu deneme kitabına. İlk olarak ismi beni cezbetti diyebilirim.
Kanatlı sözler... Benim sözlerimin de kanatları var mı? Özgürler mi? Uçabilirler mi? Kaçıp kendilerini saklayıp koruyabilirler mi? Yoksa birkaç kağıda çakılı kalıp ben nefes aldığım sürece mi varolurlar?

Ne yazık ki benim sözlerimin kanatları yok. Henüz yok.

Kitap boyunca bir yanı yemyeşil orman, bir yanı masmavi deniz olan bir yerde kurulmuş kocaman bir sofrada oturuyormuş gibi hissediyor insan. Sofra sahibi Oktay Akbal. Tatlı bir dille eskilerden bahsediyor, düşüncelerinden bahsediyor, yazmaktan bahsediyor. Karşısında oturup büyülenmiş gibi dinliyorsunuz sadece. Diğer sandalyelerin sahipleri sayfadan sayfaya değişiyor, konular değişiyor. Bir siz, bir Oktay Akbal oturduğu yerde sabit. Samimiyetle anlatıyor, ellerini-kollarını kullanarak, kimi yerde gülerek kimi yerde ciddileşerek sohbet eden bir yazar canlanıveriyor gözlerinizin önünde.

Yazmak... Öykü yazmak... Yazma arzusuyla yanan yüreklere su serptiği gibi, kitabı yere atıp "Tez bana kağıt kalem getirile!" fermanı çıkattıracak kadar güzel anlatıyor yazar yazmanın nasıl birşey olduğunu.

Öykülerle Geçen Zaman kısmından:
"...Bir öykü yazmak yaşamla iç içe olmaktır. Geçici değil, uzun süreli, belki sonuna dek ... Yıllar önce ne demiştim: 'Yazmak Yaşamak' ... Hele şiir, öykü yazmak, kendini o dizelerde, o satırlarda bulmak...
Burhan Günel, otuz yılın ardından 'Söyleyecek daha pek çok sözüm var ama bu kadarı yeter...' demiş. Ben arkamda yarım yüzyılı aşan bir öykücülük yaşantısı bıraktım, yine de yeter demiyorum. Hep, daha daha daha!.."

Biyografisi:

1923 yılında İstanbul'da doğan Oktay Akbal, edebiyat ve gazetecilik dünyasına Servet-i Fünun dergisinde sekreterlik yaparak adım attı. Vatan gazetesinde sanat yazıları ve kitap eleştirileri yazdı, fıkra yazarlığı yaptı. 1969-1991 arası Cumhuriyet gazetesinde fıkra yazarlığı yaptı. Gazetecilikle birlikte başladığı öykü yazarlığının ürünleri edebiyat dergilerinde yayımlandı. Daha çok öykücülüğüyle tanınan Akbal'ın romanları, deneme, söyleşi, anı kitapları, günceleri vardır. Suçumuz İnsan Olmak ile Türk Dil Kurumu 1958 Roman Ödülü'nü, Berber Aynası ile 1959 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, bütün yapıtları ile 1999 yılı Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazandı.

Eserleri upuzun bir liste.

2 kitabı daha bekliyor beni şu an: "Yazmak Yaşamak" ve "Hücrede Karmen"

Onu bu kadar geç keşfettiğim için üzülmem gerekiyor belki ama bulmanın verdiği sevinç karanlık duyguları bastırıp sindiriyor. Kelimeler bir deniz, bir okyanus... Bense ufacık bir balığım. Bir oraya, bir buraya... Bütün kelimeleri nasıl farkederim, nasıl yakalarım? Değil hepsini, küçük bir kısmını bile solungaçlarımdan geçiremeden başka bir ummana doğru kayacağım.

Bugünkü köşe yazısında "Aydın Sıra Dışıdır" başlığını kullanmış. Düşündüren bir yazı...

Sıradanlıkla sıradışı olmak arasında tehlikeli ve ince bir çizgi var bence. İnsanlar düşünmeli, uyanık olmalı. Kötülükler, zararı dokunanlar bir şekilde ayıklanıp temizlenmeli ama saygısızlık, düzensizliğe kaosa aşıklık, gevşeklik, "Kahrolsun düzen!" çığlıklarıyla dükkan yağmalamak-bombalamak-her türlü suça belirli görüşlerin arkasına sığınarak bulaşmak...
Belirli değerler, kurallar kesin çizgilerle her daim varolmalı. İşte benim düzenimdeki sorun tam da bu noktada başlıyor. Herkesin uymak istediği kurallar, değerler farklı. Birinin değerine öteki tükürüp geçerken hangi ortak noktada buluşmaktan bahsedilebilir? Zor.
Sonuç: Okumaya, düşünmeye devam ederek sıradışı bir sıradanlık içinde yaşamaya devam edeceğim. :)

Gereksiz not: "Arkadaşım yazar bunu mu demiş, sen neden bahsediyorsun?" Düşünce akışım nereye doğru giderse ondan bahsederim, keyif benim kelimeler benim. Evet. :)