Cumartesi, Mart 3

Bayan, Bu Çiçekler Size

141 sayfalık incecik, su gibi akıp giden bir romancık Paul Gallico'dan "Bayan, Bu Çiçekler Size".
Can Yayınları'nın genelde kitaplarına hakim olan yarı kendinden geçmiş tipli, soluk renkli kapak tasarımı bu romanda da mevcut.
Son cümlemde laf sokuyormuş gibi kibirli bir hava sezilse de, niyetim o yönde değil. İki sebepten dolayı bu tür tasarımlar hoşuma gidiyor. Birinci sebep kendimce yayınevinin "Önemli olan kapak değil, kitabın içindekidir arkadaşım!" tavrını savunduğunu hayal etmem. İkincisi de bu tür kapakların beklenti hissimi ezip yoketmesi. Beklenti olmayınca, sadece başlığa ve kitabın içimde oluşturduğu o anki duyguya yönelip piyango bileti çekiyormuşcasına bir mutluluk içinde alıyorum kitabı.

İçimizde oluşan anlık bir hisle seçtiğimiz kitapların içinde bizlere ait bir mesaj, bir ders bulunuyor. Üzerinde düşünmemiz gereken kırıntılar var onların içinde. O yüzden rafların arasında rastgele dolaşmayı asla bırakmamak gerek. "Zaten vaktimiz kısıtlı, herşeyi okumaya zaman yok. Bırak böyle şeyleri, klasikleri oku." diyene hak vermiyor değilim, klasikler önemli elbette. Ama bana verilecek olan dersleri, hayata dair ipuçlarını ve özel mesajları kaçırmak istemiyorum. Hayır istemiyorum.


Kitabın ana kahramanı, güzel şeyleri seven bir gündelikçi kadın: Mrs Harris. Güzel şeylere olan sevgisi kitapta iki ana başlığa bölünmüş: Çiçekler ve elbiseler. Masum tavırları, hayata olan bakışı ve hayallerini gerçekleştirmek adına gösterdiği sabır kitabı okurken hoş bir his bırakıyor insanın içinde. Yaşananların arka planında Londra ve Paris var.

"...Ama şimdi arzuladığı şey sahip olma isteğiydi, kadınca ve fiziksel bir sahip olma isteği: Elbise dolabında asılı durması, uzakta olduğunda bile onun orada olduğunu bilmek, döndüğünde kapıyı açmak ve onu orada bulmak; ona dokunmanın, onu görmenin ve ona sahip olmanın olağanüstülüğü..."

Elbise kelimesi yerine pek çok kelime konulabilir. Vurgu sahip olma fiilinde. Birşeye, birine sahip olmak. BENİM derken bunu gerçekten inanarak söylemek. Aldatıcı bir güç duygusuna bürünmek.

"...Heey sen orada buz gibi duran kadın. Hayatında hiçbir şeyi, aklına geldiğinde ağlayacak kadar çok istemedin mi? Belki de hiçbir zaman elde edemeyeceğin bir şeyi isteyip üzüntüden uykusuz kaldığın geceler olmadı mı?..."

İnsanı oyuncağı alınmamış şımarık bir çocuk gibi hissettiren o ağlamaklı isteme hissi. "Neden şu anda benim olamıyor? Neden olmuyor?" Çünkü olmuyor, işte o kadar. Ama istiyorsun. "Olacak." hissiyle kendini avutmaya çalışıyorsun, artık büyüdün. "Ama ya olmazsa? Ya elde edemezsem?" diye korkuya kapılmak bile tekrar gözyaşlarının akmasına yeter.

Aslında istemek, isteklerinin olması genel olarak bizim için yanlış birşey. İstemek, ilkel benliğe ait bir duygudur. Nefstir. Pistir. Kötüdür. Vahşidir. Çoğunlukla da günahtır. Bize düşen ona kulak asmamak, onu daima bastırmak, ona karşı cihad ilan etmektir.
İstemenin ayıp olduğu gerçeğiyle küçükken tanıştırılırız. Misafirlikte 2. defa çikolatayı istersek, anne bakışlarıyla sindiriliriz. "Bir isteğin var mı yavrum?" diye soran akrabalara, oyuncak istesek de "Hayır, teşekkür ederim." demeyi öğreniriz. Büyüdükçe istemenin ayıp olmasının yanısıra, günah olduğunu da öğreniriz. Bizim kültürümüzde istenmez.

İncecik bir kitap ama insanda hafif duygular bıraktığı kadar, düşündürüyor da. Mrs. Harris'in kahramanı olduğu iki adet daha roman varmış biri New York diğeri de Moskova'da geçen. Henüz çevrilmemişler, orijinal bulunursa okunabilir.

Mrs. Harris'in tatlı kişiliğiyle tekrar karşılaşma fikri beni cezbetse de, bir yandan bu seri bende "Ayşegül Serisi" hissi yarattığından okur muyum bilemiyorum. Ayşegül Mutfakta, Ayşegül Okulda gibi; Mrs. Harris Moskova'da, Mrs. Harris New York'da... Buna rağmen bulursam okuyabilirim gibime geliyor. Hayatta yeterince bizi karamsarlığa düşüren şey görüyor-okuyoruz. Arada nefes boşluğu sağlayan kitaplar okumak iyi geliyor.

Hiç yorum yok: